24 Temmuz 2015 Cuma

8. Bölüm

03.03.2012... 2440gr... 47cm... Neredeyse ufak doğmuş bir bebek gibi geliyor kulağa değil mi?  Oysa ki Sarp doğalı 2 ayı geçmişti, normal doğumuna daha 20 gün vardı. Bir mevsim önce gelmişti dünyaya. Bir mevsim nedir ki insan hayatında? Bir mevsim, bir ailenin bin mevsimine bedel olabilir mi? Bir mevsim bunca şeye neden olabilir mi?

Olabiliyormuş. İnsana boşuna yaşamışım şimdiye kadar, hayat nedir bilmiyormuşum dedirtebiliyormuş. Bir bebeğin haykırışında gizliymiş hayat. O hayatın nefes alabilmesini sağlamakmış yaşam dedikleri.

Neyse ki bilmeden yaşıyorduk her şeyi. Allah bizlere her türlü durumda güçlü durma, sabretme, umut etme kuvvetini vermiş, şimdi anlıyorum. Bazen büyüklerimizin söyledikleri bir kulağımızdan girer diğerinden çıkar; çıkmamalıymış aslında. Yaşanmışlıkların sesiymiş onlar. Hakikaten her şerde bir hayır her hayırda bir şer varmış, anladım.

Sonunu bilmediğimiz maratonun ilk bölümünü bitirmiştik artık; bundan sonraki dönemde bizi nelerin beklediğini tecrübe ederek öğrenecektik. O gün tek bir gerçek vardı: kavuşmak.

21 Mart 2015 Cumartesi

7. bölüm

55. günde ilk kez kucağıma aldım oğlumu, cennet kokuyordu adeta... Hiç bilmediğim, tatmadığım, sıfatlandıramadığım, tarifi imkansız... 5 dakika da olsa bir ömür gibiydi Sarp'ıma bakmak. Sanki görüyordu beni, o da hissetmişti. Bırakmak ne mümkün, ayrılmak o kadar zordu ki.. Bu sefer camın ardında değil kucağımdaydı. Babasının sıcaklığını hissedememişti daha.

Artık çok az bir zaman kalmıştı yuvamıza kavuşmasına, tam bir aile olmamıza. Yavaş yavaş diğer arkadaşları yoğun bakım odasını terk etmeye başlamıştı. Sıra bize ne zaman gelecek diye sabırsızlıkla bekliyorduk.

Hayatımın en büyük, en güzel, en anlamlı doğumgünü hediyesini almıştım 29 şubat günü. İlk kez emzirmeye çağırdılar. Babası, anneannesi, babaannesi ve halası oradaydık. Şimdiye kadarki hiçbir bekleyiş bu kadar uzun gelmemişti. Bütün duyguları hapsetmiştim yüreğime, an hepsi uçmaya başlamışlardı sanki... O an geldiğinde, gözyaşlarıma hakim olamadım, bebeğim hemşire ablasının kollarında odaya geldi. Şaşkın şaşkın bakıyordu etrafa. Ağlamamalıydım, neler hissettiğimi anlamamalıydı, onun için güçlü durmam, tüm iyi enerjimi ona vermem lazımdı. Belki de 3 yıl içinde yaşayacaklarımızı o günden bilsem, bunu başaramazdım.

Bazen bizi nelerin beklediğini bilmeden yaşamak inanın çok daha iyi. O günü yaşamak, yarını düşünmemek, bugün yanımızda olduğu için şükretmek... Yarın hangimizin başına ne geleceği belli değil, henüz yaşanmamış olayların ihtimallerini düşünmeden hayatımızı sürdürmeyi başarsak hem kendimiz hem de çevremizdekiler için en iyisini yapmış oluruz. Bu düşünceyi her ne kadar kendime kabul ettirmeye çalışsam da ne mümkün. Söz konusu bir de insanın evladı olunca, onun için endişelenmekten nasıl alıkoyabilir ki kendini?

Doğumundan sonraki en uzun buluşmamızdı o gün. Hiçbir buluşma bu kadar hasret dolu, kısa ama uzun olmamıştı. Gözümde yaşlarla ayrılmam gerekiyordu artık; kokusu burnumda, yüzü gözlerimin önünde...

16 Mart 2015 Pazartesi

6. bölüm

30. günün sonunda solunum desteğinden tamamen kurtulmuştu minik paşamız, artık umut dolu günler başlamıştı bizim için. Şansımız bize göz kırpmaya başlamıştı galiba. Bundan sonra tek dileğim Sarp'ımızı bir an evvel yakından görmek, onu kucağımıza almak, gözlerinin içine bakmak, sabret oğlum diye kulağına fısıldamaktı.

16.02.2012... 50 günden fazla olmuştu... Doktorumuzdan özel izin alıp yoğun bakım odasına girecektik o gün. Hayatımın hiçbir anında yaşamadığım duyguları yaşıyordum, tarifi imkansız bir heyecan doldu içime. O gün akşam olmak bilmedi sanki. Babası, dedesi ve ben tutmuştuk hastanenin yolunu. Son dakikalar geçmek bilmiyordu adeta... Sonra hemşire ablalarından birisi bizi içeri çağırdı. Elim ayağım birbirine dolanmıştı, ne yapacağımı bilemiyordum. Beni duyacak mıydı, anlayacak mıydı, babanın benim geldiğimizi hissedecek miydi?

Hemşirenin kucağında, soğuk bir camın arkasından geldi yanımıza. Ama yine de aramızda camdan bir kapı, öteye geçmemize izin yoktu. O kadar miniktin ki, o anki halinin toparlamış hali olmasına inanamıyordum. Hala çok korunmasızdı, çok mahsun, çok kırılgan... Dünyanın en güzel bebeği karşımda duruyordu. Dokunamadığım, öpemediğim, koklayamadığım, kokusunu içime çekemediğim... Kapıp götürmek geldi içimden ancak ne mümkün. Orada daha güvendeydi. En ufacık bir hata bile hayatına mal olabilirdi. Gözyaşlarıma mani olamıyordum. Allah'a bin şükür, sağ salim tutunmuştun yaşama. Çok az kalmıştı artık, günleri saymaktan başka ne gelirdi ki elimizden...

13 Mart 2015 Cuma

5. bölüm

Yoğun bakımda geçirilen 30 günün ardından 1.500 gr'ın altında ve 32. haftadan önce doğan her bebeğe ROP (retinopathy of prematurity-prematüre retinopatisi) muayenesi yapılır. Bu muayenede, bebeğin gözlerindeki damarlanmanın ne denli düzgün geliştiği gözlemlenir. Bu hastalığın uluslararası bir ölçüleme sistemi vardır. Evre 0'dan 5'e kadar bir skalada incelenir. Bu anlamda 0,1 çok önemli değilken, 2 çoğunlukla kendiliğinden iyileşir. 3.evrede ise lazerle müdehale gerektirir. 4. evre ise oldukça tehlikelidir, kısmı retina dekolmanı oluşmuştur ve açık ameliyat gerektirir, körlüğe yol açabilir. 5. evre ise en ileri olandır, tam retina dekolmanı gerçekleşmiştir ki çoğu zaman açık ameliyatlarla dahi iyileştirilemez.

Sarp'ımızın ilk ROP muayenesi hastanenin anlaşmalı olduğu bir profesör tarafından yapıldı ve aynı kişi hastaneden çıkıp 40. haftayı tamamlayacağımız zamana kadar Sarp'ı takip etti. Ancak hayatımızın en büyük şoklarından birini yaşamamıza neden oldu.

İlk ROP muayenesinde, 3. evrede yanlış damarlanmanın basladığını 1 hafta sonra tekrar kontrol edilmesi gerektiği söylendi. O bir hafta geçmek bilmedi, iyiye de gidebilir kötüye de dendiği için içim içimi yedi. Bir hafta sonraki kontrolde iyiye gittiğini ve herhangi bir müdahaleye gerek kalmadığı söylenince sevinçten uçacak gibi oldum. Tabi sonradan öğreneceklerimizden habersiz gerçek olmayan bir sevinçmiş yaşadığımız. Hastaneden taburcu olduktan sonra aynı doktor Sarp'ı kendi muayenehanesinde kontrol etti ve göz gelişiminin normal bir bebek gibi olduğunu; korkacak bir durum olmadığını söyleyerek, sırtımızı sıvazladı.

Ancak Sarp'ın ilk çocuk doktoru Prof Dr. Eren Özek, kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır, Sarp'ın bugünleri görmesindeki en büyük katkısı olan kişidir, Sarp'ı Prof. Dr. Murat Karaçorlu muayene etmeden bu tespite inanmayacağını söyledi. Murat beyden randevu almak ise imkansızdı, mart ayında aradığımızda hazirana randevu verdiler. O zamana kadar Sarp çoktan kör olacaktı. ROP muayenesinin önemi, bebek gestasyonel olarak 45 haftalık olana kadar müdahale edilmesi gerektiği. 45. haftadan sonra geri dönüşünüz ne yazık ki yok. Eren hn, kendisi özel olarak arayarak Sarp için randevu aldı.

Murat Bey, Sarp'ın gözlerini kontrol ettikten sonra bize doktorun nasıl bir tedavi önerdiğini sordu. Eşim ve ben şaşkına dönmüş bir vaziyette, hiçbir tedavi önermediğini Sarp'ın gözlerinin normal olduğunu söylediğini belirttik. O an, Murat Bey bembeyaz oldu, odadan çıktı ve kendi odasına gitti. Sonradan çocuk doktorumuz Eren Hn'ın söylediğine göre kendisini arayıp ben bu durumu aileye nasıl söyleceğim demiş. İnanabiliyor musunuz? Sarp'ın bir gözünde 3, diğer gözünde 4. evreye yakın retinopati gelişmiş. Böyle bir hatanın yapılması oğlumuzun kör olmasına sebep olabilirdi. Eren Hanım, bizi zorlayıp Murat Bey'i özel olarak arayıp Sarp'ı görmesini istemese biz şu an ne halde olurduk? Ne fizik tedavi, ne özel eğitim, ne duyu terapisi.. Hiçbir şey bir çocuğun görmesi kadar önemli değil.

Murat Bey tekrar yanımıza geldi ve Sarp'ın acilen lazer olması gerektiğini, bir gözünü lazerle kurtarabileceklerini ancak diğer gözünün açık ameliyata gerek duyabileceğini; açık ameliyat olsa bile sınırlı görme şansı olduğunu söyledi. İçim yandı, gözyaşlarım boğazımda düğümlendi, içimdeki fırtına hiç dinmeyecek gibiydi...
4. bölüm

Yedi günü geride bıraktık.. Sarp'ımız yaşayacak.. İnsanoğlu nankör, başta sadece yaşasın isterken, şimdi yaşayacak ama nasıl sorusunu soruyordum kendime. Doğumunun ikinci günü beynindeki bir kanamadan ve akciğerindeki bir enfeksiyondan bahsetti doktorumuz. Tabi o zaman aklımdaki tek düşünce oğlumun yaşamasıydı. Geri kalan her şeyi geriye atmıştım. Şimdi o geriye attıklarımla boğuşuyordum. Geçirdiği intraventriküler (beyin içerisindeki ventriküllerin-su dolu boşlukların- içerisine olan kanama) beyin kanamasıydı. Kuvvetine göre 1'den 4'e kadar derecelendiriliyordu. O zaman şimdiki kadar konuya hakim olmadığım için doktorun dediği kadarıyla yetiniyordum; belki de daha fazlasını bilmekten korktuğum için. Yaklaşık 2 ay sonra Sarp'ın kanamasının en ileri derece olan 4. derece intraventriküler beyin kanamasını öğrenecektik. Bu kanamayı durduklarını ancak beynine ne gibi bir hasar verdiğini zamanın göstereceğini söylediler. Bu nasıl bir boşluktur, nasıl bir bilinmezliktir anlatmam mümkün değil. Belki de ömür boyu sekelleri kalacak, belki konuşamayacak, hareket edemeyecekti...

Doktorların hep söylediği öncelikli olan akciğerlerinin gelişimi ve anne sütünü tolere etmesiydi. Bu sebeple beyin hasarının ne olacağı onları çok ilgilendirmiyordu. Onlar için bebeğe nefes aldırmak, kalbinin çalışmasını ve beslenmesini sağlamaktı. Daha sonraki aylarda başımıza geleceklerden habersiz yolumuza devam etmeye çalışıyorduk. Sürekli olarak akciğerlerini ve beynini kontrol ediyor, ultrason çekiyorlardı. Tüm bunlar yapılırken, Sarpım 1170 gr'dan 900 gr'a kadar düşmüştü. Ancak hep böyle olduğunu daha sonra toparlama evresine geçeceğini söylüyorlardı. O umutla sütümü biriktiriyordum, daha sonra yetmeyecek paşama bu sütler diye kendimi motive etmeye çalışıyordum.

İlk bir ayımız böyle çalkantılarla geçti, sürekli ağlayarak, doktorumuzdan gelecek en ufak bir haberi bekleyerek, umut ederek, dua ederek..

Bir ayın sonunda Sarp, sütümü ilk kez tolere etti ve o günden sonra kendi nefes almaya başladı, hiçbir desteğe ihtiyaç duymadan. Anne sütünün mucizesine o gün inandım, Allah'ım bize bu mucizeyi gösterdi. Doktorumuzun söylediği, 30 gün solunum desteği alan bir bebeğin hayat boyu kronik akciğer hastası olacağıydı. Sarp tam 30. günde solunum makinesine elveda dedi ve o günden sonra bir daha hiçbir zaman ihtiyacı olmadı. Bundan sonra da olmaz inşallah

6 Mart 2015 Cuma

3. bölüm

Yedi günü geride bıraktık.. Sarp'ımız yaşayacak.. İnsanoğlu nankör, başta sadece yaşasın isterken, şimdi yaşayacak ama nasıl sorusunu soruyordum kendime. Doğumunun ikinci günü beynindeki bir kanamadan ve akciğerindeki bir enfeksiyondan bahsetti doktorumuz. Tabi o zaman aklımdaki tek düşünce oğlumun yaşamasıydı. Geri kalan her şeyi geriye atmıştım. Şimdi o geriye attıklarımla boğuşuyordum. Geçirdiği intraventriküler (beyin içerisindeki ventriküllerin-su dolu boşlukların- içerisine olan kanama) beyin kanamasıydı. Kuvvetine göre 1'den 4'e kadar derecelendiriliyordu. O zaman şimdiki kadar konuya hakim olmadığım için doktorun dediği kadarıyla yetiniyordum; belki de daha fazlasını bilmekten korktuğum için. Yaklaşık 2 ay sonra Sarp'ın kanamasının en ileri derece olan 4. derece intraventriküler beyin kanamasını öğrenecektik. Bu kanamayı durduklarını ancak beynine ne gibi bir hasar verdiğini zamanın göstereceğini söylediler. Bu nasıl bir boşluktur, nasıl bir bilinmezliktir anlatmam mümkün değil. Belki de ömür boyu sekelleri kalacak, belki konuşamayacak, hareket edemeyecekti...

Doktorların hep söylediği öncelikli olan akciğerlerinin gelişimi ve anne sütünü tolere etmesiydi. Bu sebeple beyin hasarının ne olacağı onları çok ilgilendirmiyordu. Onlar için bebeğe nefes aldırmak, kalbinin çalışmasını ve beslenmesini sağlamaktı. Daha sonraki aylarda başımıza geleceklerden habersiz yolumuza devam etmeye çalışıyorduk. Sürekli olarak akciğerlerini ve beynini kontrol ediyor, ultrason çekiyorlardı. Tüm bunlar yapılırken, Sarpım 1170 gr'dan 900 gr'a kadar düşmüştü. Ancak hep böyle olduğunu daha sonra toparlama evresine geçeceğini söylüyorlardı. O umutla sütümü biriktiriyordum, daha sonra yetmeyecek paşama bu sütler diye kendimi motive etmeye çalışıyordum.

İlk bir ayımız böyle çalkantılarla geçti, sürekli ağlayarak, doktorumuzdan gelecek en ufak bir haberi bekleyerek, umut ederek, dua ederek..

Bir ayın sonunda Sarp, sütümü ilk kez tolere etti ve o günden sonra kendi nefes almaya başladı, hiçbir desteğe ihtiyaç duymadan. Anne sütünün mucizesine o gün inandım, Allah'ım bize bu mucizeyi gösterdi. Doktorumuzun söylediği, 30 gün solunum desteği alan bir bebeğin hayat boyu kronik akciğer hastası olacağıydı. Sarp tam 30. günde solunum makinesine elveda dedi ve o günden sonra bir daha hiçbir zaman ihtiyacı olmadı. Bundan sonra da olmaz inşallah
2. bölüm

Günün en önemli saati kaçtır sizce? İşten dönüş saatiniz mi, yavrunuzun kapıda sizi karşıladığı o an mı, tüm aile akşam yemeğine oturduğunuz vakit mi, ya da yavrunuzu uyutup tüm günün yorgunluğunu atmak için koltuğa uzandığınız vakit mi?

Bizim için tam 69 gün boyunca doktorumuzu arayabildiğimiz saatler: 10:00 ve 17:00 saatleri günün en önemli saatleriydi. Ondan iyi bir haber almak, yaşayacağına dair en ufak bir kelime bile o günü kurtarmaya yetiyordu. Sabah uyandığım andan, tabi uyumak denirse, 10:00'a kadarki zaman geçmek bilmiyordu sanki. Hayati durumu için ilk üç günün çok önemli olduğunu söylediler. Tamamen dıştan oksijen veriyorlardı nefes alabilmesi için. Bunun düşüncesi bile beni mahvediyordu, o hortumu bir çekseler nefes alamayacaktı. Aslında kendi yaşamıyor, yaşatılıyordu. O üç gün nasıl geçti anlatması mümkün değil. Allah her şeyin sabrını verir derlerdi, gerçekten öyleymiş. İnsan her şeye sabretmeyi, katlanmayı, acı çeke çeke yaşamayı başarıyor. Artık sadece kendim için değil oğlum için ayakta durmalıydım.

Bir de Sarp'ımızı görüş saatlerimiz vardı ki her seferinde onu görmeye dayanamadığım, kimi zaman kendim gidip kimi zaman babasının, anneannesinin, babanesinin,dedelerinin gittiği. Orada onu o şekilde görmeye dayanamıyordum. Bir de oradaki insanların beni kahreden yorumlarını duymamak için gitmiyordum bazı zamanlar. Kendi oğluma mı üzüleyim yoksa insanların yaptığı anlamsız yorumlara mı dertleneyim? Kimisi Sarp için, en arkadaki çocuk çok minik, o yaşamaz herhalde, kimisi herhalde o çocukta pigment hastalığı var (beyaza yakın sarı doğduğu için minik paşam) ve daha bir çok bilinçsiz yorumlar. Aslında ne kadar vicdanlı bir millet olarak görsek de kendimizi bazılarımız farkında olmadan derinden yaralayabiliyorlar birbirlerini. 

Daha sonra yedi güne çıktı bekleme süremiz. Yedi günü atlatırsak daha umut dolu bakabilecektik. Sadece göbek deliğinden açılan damar yoluyla besleniyor, burnundan verdikleri havayı soluyordu. Belki de bize söylemedikleri daha bir çok destek veriyorlardı onu hayatta tutabilmek için. Tek dileğim Sarp'ımın kendi nefes aldığını görebilmekti.
Sarp'ımızın Yoğun Bakım Günlüğü...

1. Bölüm

69 gün sürecek yoğun bakım günlerimiz başlamıştı artık. Ne zaman biteceğini,hatta bitip bitmeyeceğini, bizi nelerin beklediğini, yavrumuzu kucağımıza alıp alamayacağımızı bilemediğimiz... Bir anne için en mutlu andır belki de yavrusuyla ilk buluşması, nefesini nefesinde, tenini teninde, gözlerini gözlerinde hissetmesi; sonuna kadar sevdiği,sevildiği ve birlikte yaşlanmak istediği adamın onlara imrenek bakışını görmesi, tam anlamıyla bir aile olmanın ne demek olduğunu anlamanın verdiği mutluluğu yaşaması. Tüm bunlar o kadar uzaktı ki artık bana. İnsanların gözlerine bile bakamıyordum, kötü bir haber gelecek, Sarp'ımla ilgili korkutucu bir şey olacak diye. Hastanedeki her çalışandan bir umut veren söz duymak istiyordum, doktoru, hemşiresi, hasta bakıcısı hiç fark etmez; yeter ki bu durumu daha önceden yaşamış, görmüş, tecrübe etmiş birisi olsun; ama ne yazık ki Sarp'ın durumu için kimse çok parlak konuşamıyordu.

Korkularımdan korkuyordum, aklıma getirmemeye çalışıyordum ama o düşünce beynimi deliyordu adeta: Oğlumu kucağıma alabilecek miyim? Yaşayacak mı? Tutunabilecek mi her şeye rağmen? Babasının onu kucağına alışını, oğlum demesini duyabilecek miyim? Sorularımın ardı arkası kesilmiyordu. Bana tek umut veren doğduğu anda duyduğum ağlama sesiydi. Akciğer gelişimi henüz başlamayan bir döneme denk gelmesine rağmen ağlamıştı benim minik savaşçım. Sanki bana " anne, ben yaşayacağım, her şeye inat senin kucağına geleceğim!" der gibi. 

Benden başka tüm aile gidip o ufacık camın arkasından en arkada yatan minik sarı oğlumuzu görmüştü. Artık ben de cesaretimi toplayıp çıkmalıydım. Ve o an geldi, o kadar minikti ki, o kadar zayıftı ki, o kadar savunmasızdı ki, bizden uzakta, tamamen onu saran koruyan bir yerden; korunmasız, kablolarla dolu, vücudunun her yerine bir şey bağlanmış hiç tanımadığı bir yere gelmişti.. şimdi düşününce gözyaşlarıma hakim olamıyorum. Hiçbir şey yapamamak, ona yardımcı olamamak beni kahretti. Doktorlara ve hemşire ablalarına güvenmekten başka hiçbir çarem yoktu. Onu orada öylece bırakmak zorundaydım. 

Şimdi onun için yapabilecek sadece dua etmek, ona inanmak ve pozitif enerjimi ona yollamaktı. Tabi bir de sütümün gelmesini sağlamak zorundaydım. Doktorlar boşuna uğraşmayın, bu haftada yapılan bir doğumda çok nadir anne sütü gelir, ama sizin sütünüzü alırsa çok mucizevi faydaları olabilir dedi. Hiç bıkmadan usanmadan denemeye devam ediyordum, başta 1 cc bile gelmeyen sütüm gün geçtikçe artmaya başladı. Fakat, ne yazık ki Sarp'ımın anne sütünü tolere etmesine daha çok vardı. 

Normal doğum olduğu için ertesi gün taburcu oldum, oğlumu orada bırakmak, koynuma alamamak, kokusunu içime çekememek, ve daha bir dizi tarifsiz duygu... Sanırım sadece tecrübe edenler anlayabilir...